Daha önce de farklı bölgelerde mağaraları gezerek, deneyimleme şansım olmuştu. Fakat bu sefer farklı bir macera beni bekliyordu. Küre Dağları Milli Parkı içerisinde yer alan Ilgarini Mağarası, belki de şu zamana kadar yaşadığım en iyi deneyimdi diyebilirim.
Bartın’dan Kastamonu’ya
Sabahın ilk ışıkları ile Bartın’ın Ulus ilçesinin Yukarıdere Köyü’nden yola çıktık. Her macerada olduğu gibi sırt çantama bu yolculuk esnasında ihtiyaç duyabileceğim ekipmanlarımı da aldım. Daha öncesinde, harita üzerinden güzergahı çalıştım ve coğrafyanın yapısına uygun bir yürüyüş yolu belirledim. Tabi bunu ileride daha detaylı bahsedeceğim anlık karşılaştığımız ekstrem durumları hesaba katmadan hazırlamış oldum. Şunu unutmamak lazım ki, ne kadar düzgün ve başarılı bir plan yapmış dahi olsak, anlık gelişen olumsuz durumlar ile karşılaşabiliyoruz. Bu durumlardan kurtulmak içinde daha önceki deneyimlerimiz bize çok iyi bir yol gösterici oluyor.
Uzun bir yol bizi bekliyordu. Aralıksız yürüyüş ile 5 saati bulan yol, aralarda dinlenme ve yemek molası ile ortalama 7 saat sürecek bir yolculuk olacaktı. Göksü Mahallesi’nden ayrıldıktan sonra, bir daha stabilize köy yolu ile karşılaşmadan sadece ormanın içinden seyrederek devam ettik. Altı kişiden oluşan yürüyüş ekibimiz tek sıra halinde Meşe ve Göknar ağaçlarının içerisinden bizi ilk zorlayacak tepe olan Keyfhan mevkine ilerliyordu. En önde daha önceden mağaraya gitmiş bir dostumuz bulunuyordu. Onun dışında bizler için yeni bir deneyimdi aslında bu yolculuk.
İlk mola yerimiz Keyfhan ile ilgili de bilgi vermek istiyorum. Burada, Türklerin Kastamonu bölgesine gelmeden önce varlığını sürdürdüğünü düşündüğümüz bir topluluğa ait yapıları barındırıyor. Zamanla toprak altında kalan bu yapılar, köylü halkın mısır, buğday ekimi sırasında çapalarına takılmış taşlar ile de gün yüzüne çıkmış. Batı Karadeniz bölgesi, M.Ö. Paflagonya adı ile anılıyordu. Bu bölgede Doğu Roma ve Pontus İmparatorluğu öncesinde yaşamış Paflagon halkı yaşıyordu. Uzun zamandır üzerine çalıştığım bir konu olan Paflagonya bölgesi ve yola çıktığımız köyü de içerisine alan Drahna Vadisi ile ilgili birçok kaynağı topluyorum. Bunların sonucunda tam olarak net bir bilgiye ulaşmamak ile, bu bölgede yaşan halkın daha önce Paflagon olan ve zaman içerisinde Hristiyanlığın bölgeye gelmesi ile Hristiyanlık dinini kabul eden bir asimile halk olduğu fikri şu anlık araştırmalarımın sonucu. Daha sonraki süreç içerisinde bu değişebilir.
Keyfhan’da İlk Mola
Keyfhan’da soluklandıktan sonra ara vermeden yaklaşık olarak 2 saat yürüdük. Yol boyunca; eğrelti otları, bizim bölgede kabalak dediğimiz yaklaşık 40 cm’i hatta bazen daha büyüklerinin de olduğu bir bitki yürümemize engel oluyordu. En öndeki rehberimiz bize yolu açarken, bizde kesilen otların üzerinden yolu takip ediyorduk. Yolu yarılamıştık ve bizim o bölgede Eşek Çukuru diye adlandırılmış bir vadide karşımıza orta büyüklükte bir boz ayı çıktı. Daha önce birçok kez boz ayı ile karşılaştığım için ilk bir şok durumunun ardından hemen durumu kavramaya çalıştım. Mevsimin yaz ayları olmasıyla birlikte, boz ayılar genelde serin yerleri tercih ediyorlar. Bizim güzergahımızın üzerinde su yatağı olduğu için muhtemelen dereye inip su ihtiyacını gidermek istemişti.
Doğada karşılaşılabilecek en tehlikeli hayvanların başında boz ayılar geliyor. Cüsseleri çok büyük ve bir insanı koşuyorken bile yakalayabilecek aerodinamik yapıya sahipler. Ayılar ile ilgili daha önce duyduğum ve benim de birkaç kez uyguladığım yöntem, en az şekilde göz teması kurmak ve vücudunuzu olabildiğince küçülterek ona karşı bir tehdit olmadığınız mesajını vermekti. Bizim ekip, iyice dizlerinin üzerine eğilecek pozisyona geldi ve ayının bizim tarafımıza gelmemesini sağlamak için yüksek ses ile bağırmaya başladı. Yüksek ses ile bağırmakta başka bir önleme şekli. Birçok kez işe yaradığına şahit oldum. Bunları yaparken şunu da unutmamak gerekiyor ki, karşınızda bir hayvan var. Fazla mantık beklememek gerekiyor. Ayı bizim tersi yönümüzde koşarak kayın ağaçlarının arasından kayboldu. Bizde minik dostumuzu yolcu edip, yola devam ettik.
Ilgarini’ye yaklaşık 1 saatlik yolumuz kalmıştı. Sorkun yaylasına inmeden önceki son düzlükte, ormanın derinliklerinden bir bağırma sesi kulaklarımızı tırmaladı. İlk başta, yine boz ayı mı düşündük ama bu erkek karacanın dişileri çağırırken çıkarmış olduğu sesti. Küre Dağları Milli Parkı içerisinde çok fazla karaca popülasyonu bulunuyor. Ne yazık ki, kaçak avcılar tarafından bu doğal güzellikteki canlılar katlediliyor. Normal şartlar altında ağır cezaları bulunuyor. Fakat birçok kez görmezden görülüyor ya da kanıtlanamıyor. Bizde bu canlılardan biri ile karşılaşmış olduk. Kızıla çalan tüyleri ve yaşına ve cinsine bağlı olarak değişen boynuzları bulunuyor. Belirli dönemlerde bu boynuzları da döküyorlar. Bölgede kurt dışında avcısı doğal avcısı olmayan karacalar son zamanlarda köylerin çok yakınlarına inmeye başladılar. Bu tarz gelişmeler, doğa canlıları açısından tehlike arz ediyor. İnsanlara alışıyorlar ve kötü bir durumla karşılaştıklarında kaçma refleksini göstermiyorlar.
Karacayı arkamızda bırakıp, Sorgun Yaylası’na varmış olduk. Burası geniş bir düzlük alan ve yaz aylarında şenlikler düzenleniyor. Yöre halkı kendi geleneksel kıyafetlerini giyiyor ve bölgeye özgü yemeklerini yapıyorlar. Birçok kez buraya gelip, bu kültürel aktiviteyi deneyimleme şansım oldu. Buradan yaklaşık olarak 45dklık bir yolumuz kalmıştı. Biraz oturup dinlenmeye karar verdik. Herkes çantasındaki azığını yedi ve çeşmeden gerekli su takviyeleri yapıldı. Terimizi soğutmadan yola çıktık tekrardan.
Ilgarini Ana Girişe Vardık
Şimşir ağaçlarının içerisinde ilerleyip, Ilgarini Mağarası’nın ana girişine geldik. İşte o an büyüleyiciydi. Devasa bir giriş ve içeriye doğru daralan bir yapı bizi bütün ihtişamıyla karşılıyordu. İlk giriş alanında yaklaşık on kadar yaşam alanı olduğunu tahmin ettiğimiz yapılar bulunuyordu. Burası zamanla harabe haline gelmiş olmasına rağmen, kendini belli ediyordu. Girişten içeri doğru ilerledikçe, daralan ve daha sonra da odalara ayrılan bir yapı vardı karşımızda. Sağ ve sol olmak üzere iki bölümden oluşan mağara, Roma ve erken dönem Doğu Roma yani Bizans’ın izlerini taşıyordu. Bunun en iyi örneği de şu an yarısı dağılmış halde bulunan bir kilise veya şapel diyebileceğimiz daha küçük ölçekte bir kilisenin yer alıyor olması. Mağaranın sağ tarafına ilerlediğimizde, burada bir su sarnıcı vardı. Ayrıca, çok sivri olmakla beraber tavandan aşağıya doğru sarkmış olan sarkıtlar vardı. Sonradan öğrenmiş olduğuma göre, buraya avizeli salon ismi verilmiş. Bu odadan sonra mezarlara denk geldik. Mezarların içerisinde açık şekilde görüntüleyebildiğimiz kemik ve cam parçaları bulduk. İçeride bazı boşluklardan gün ışığını görmek mümkün ama genel olarak çok karanlık. Bundan dolayı da içerisi oldukça soğuk. Üzerimizde kalın kıyafetler olmasına rağmen biraz üşüdüğümüzü de söyleyebilirim. Tahmin ettiğimin aksine daha görkemli bir yapıydı Ilgarini. Hayranlık duyduğum yerlerden biri oldu. Özellikle, taşlar ile döşenmiş merdiven yapılar buranın küçük çapta bir şehir olduğunu gösteriyordu.
Mezarlar ve Kalıntılar
Burası zaman içerisinde birçok farklı topluma ev sahipliği yapmış. Pagloganlar ile başlayan süreç zamanla; Cide tarafından gelen korsanlar, Bizans köylüleri, Rumlar ve belki de daha bilmediğimiz farklı toplumlar burada yaşadı veya izlerini bıraktı. Burayı gezerken aslında tarihi bilgi ve birikimimi de aynı oranda geliştirmeye çalıştım. Şapeli gördükten sonra aklıma Hristiyanlığın Anadolu coğrafyasındaki yayılıyım ve hayatta kalma mücadelesi geldi. Özellikle Pagan kültürüne hakim olan Roma, Hristiyanlığın yayılmaması için çok fazla baskı uygulamış. O yüzden Anadolu’nun ilk Hristiyan toplulukları gizli şekilde ibadetlerini yerine getirmişler. Bunun birçok örneğini Anadolu’nun farklı yerlerinde görmek mümkün.
Örneğin, Sümela Manastırı’nın amacı Doğu Karadeniz bölgesinde baskı ve saldırılara maruz kalmadan Hristiyanlık inancının gelişimini sağlamak maksadı ile inşa edilmiştir. İlk olarak mağara formunda faaliyetlerini yürütmüş olmakla birlikte, daha sonraki dönemlerde şimdiki halini almıştır. Bir diğeri de Anadolu’nun ilk kilisesi diye bilinen St. Pierre Kilisesi günümüzde Antakya’da bulunuyor. Ilgarini Mağarası’nda bulunan şapelde Roma’nın baskıcı dönemlerinde, halkın gizli bir şekilde ibadetini gerçekleştirmek için yapmış olabileceği fikri benim açımdan güçlenmiş oldu. Bu konu ile ilgili kesin bir bilgi olmamakla beraber, tarihsel sürecinin bir okuması olarak düşünebiliriz. Bunlara ek olarak, gözlemlediğim bazı şeyler arasında yapıların ve mezarların zamanla tahrip edilmiş olması. Kendi kendine yıkılması da muhtemel olabilir. Fakat, bölgede oldukça fazla kaçak kazı ve define arama faaliyeti yürütülüyor. Bu da tarihsel yapılara oldukça zarar veriyor. Bu kaçakçılar her şeyi maddi ve madeni olarak gördeklerinden, kazı esnasında birçok fresk, vazo, küp, mezar taşı ve sembolü hiç düşünmeden tahrip edebiliyorlar. Ilgari’nin de bu kaçakçılardan oldukça fazla nasibini aldığı görülebiliyor.
Burası ile ilgili farklı bir hikayeye de denk geldim. Zamanında bölgede salgın hastalık meydana gelmiş ve hastalanan insanları toplum içerisinden uzaklaştırmak için Ilgarini kullanılmış. Burayı bir nevi tecrit bölgesi veya karantina alanı olarak kullanmışlar. Bu hikayenin doğruluk derecesini ölçememekle beraber yine mantık çerçevesinde düşündüğümüzde, böyle bir hasatlığın olmuş olma durumunda kullanılabilecek en doğru yerin Ilgarini olduğu kaçınılmaz.
Ilgarini’nin bu büyüleyici atmosferini geride bırakıp, dönmenin vakti gelmişti. Uzun bir yolculuk bizi bekliyordu. Bu tecrübeyi SPX TEAM ile sizlere aktarıyor olmak benim için ayrı bir keyifti. Mağara ile ilgili daha detaylı ve görsel içerik zevki yoğun bir maceraya SPX CEO’su ve MACERASEVER Orkun Olgar Bey’in Youtube sayfasındaki Ilgarini Mağarası bölümüne göz atmanızı öneriyorum. Orkun Bey’in yılların mağara sporları tecrübesi ile yorumladığı, bilgi içerikli bir video ortaya çıkmış.
Umuyorum ki, sizi yaşamış olduğum bu maceranın içerisine çekebilmişimdir. Bir sonraki maceraya kadar görüşmek üzere.
Yazar: Burak AY